Müslümanın Sınırları; İslâm’a gönül vermiş insanların coğrafî sınırları nerede başlar, nerede biter? İslâm topraklarında başlar, İslâm topraklarında biter kanaatindeyseniz, yanılıyorsunuz demektir.
Elbette vatan duygusu, toprak sevgisi, doğup büyüdüğü yerlerle gönül bağı her insanda fıtrî olarak mevcuttur. Dolayısıyla müslümanlar da böyle duygular yaşarlar. Nitekim Efendimiz s.a.v.’in hicret esnasında Mekke’den ayrılırken Hazvera tepeciğinden şehre baktığı ve şöyle buyurduğu bilinir:
– Vallahi, sen Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Allah katında en sevgili olanısın. Bana senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur! Çıkarılmaya zorlanmamış olsaydım, senden asla ayrılmaz, senden başka yerde yurt yuva tutmazdım. (Tirmizî; İbn Mace; Ahmed b. Hanbel; Darimî)
Efendimiz s.a.v.’in bu dokunaklı seslenişi yaptığı Hazvare tepeciği Mekkelilerin pazar yeri olarak kullandıkları, genişletmeler sonucunda bugün Mescid-i Haram’a dahil edilmiş bir yerdir.
Fakat Allah Rasulü s.a.v. idealleri uğruna, mesajını daha öteye götürmek adına, Allah’ın ismini yüceltmek amacıyla (ilâ-yı kelimetullah) ve dahi nice hikmet ve gerekçelerle hicret etmiştir. Efendimiz s.a.v. rüyasında Mekke’den ayrılıp, içerisinde hurma ağaçları olan bir yere hicret ettiğini görmüştü. Bunun üzerine hicret yurdunun Yemame veya Hecer olabileceğini düşünmüştü. Fakat sonradan anladı ki orası Yesrib’di. Onun hicretiyle birlikte Yesrib, önce “Medinetü’n-Nebi: Peygamber Şehri” zamanla sadece ve yalnızca mutlak manada “şehir” anlamında Medine diye anılmaya başlandı.
Dönüşümün büyük adımı “Hicret”
Allah’ın Elçisi s.a.v. Yesrib’in sadece adını değiştirmekle kalmadı. Onun mübarek varlığı sayesinde Yesrib şehirleşti, sosyal doku değişti, hatta ve hatta ilk zamanlar Mekke’ye alışkın muhacirleri çarpan, hastalandıran iklimi O’nun duasıyla daha mutedil bir hal aldı. Ve O, Rabbinden şehir adına bir şey daha diledi. Atası Hz. İbrahim a.s.’a Mekke’nin “harem” kılınması gibi kendisine de Medine’nin harem kılınmasını… Allah Tealâ bu duayı kabul etti. O günden beridir müslümanların iki haremi vardır: Mekke ve Medine… Yani “Haremeyn-i Şerifeyn.”
O’nun hicreti dönüşümü Medine’den başlamıştı. Dönüşüm durmadı. Bugün de devam ediyor ve kıyamete kadar da sürecek.
İşte bu yüzden hicret, bir kaçış; yurdunu, yuvasını ve vatanını terk ediş değildir. Yeni bir başlangıç, kutlu bir doğuş, bir evrilmedir.
Allah Rasulü s.a.v. daha sonra ayrıldığı şehri, Mekke’yi de fethedecektir. Fethin ardından gelişen olaylarda Efendimiz s.a.v.’in ganimetleri yeni müslümanlara, hemşehrilerine dağıttığını gören Medineli Ensar, O’nun Mekke’ye yerleşeceği endişesine kapılmıştır. Bunun üzerine yapılan toplantıda O, Ensar’a kendilerine yaptığı iyiliklerden söz etmiş, isterlerse Ensar’ın da kendisine olan bağlılık ve yararlarını hatırlatabileceklerine değinmiştir. Bunları söylerken göz yaşlarına engel olamamıştı. Ensar’a bütün insanların bir vadide toplanmaları, Ensar’ın da başka bir vadide toplanması halinde onları tercih edeceğini belirtmiş, Ensar da ağlamaya başlamıştı. Göz yaşları içinde Allah’ın Peygamberi’nin;
– Ganimetler diğerlerinin olsun, siz Allah’ın Rasulü’nü alarak Medine’ye dönün. Bu yetmez mi size, teklifine cevapları, kesinlikle O’nunla birlikte şehre dönmek olmuştu.
O, Medine’ye döndü, şehri bir defalığına Tebük Gazvesi, bir defalığına da Veda Haccı için terk etti. Fakat yine döndü ve orada kaldı. Kıyamete kadar da kalacak. Çünkü artık orası O’nun şehridir.
Mekke’nin fethinden sonra hicretin anlamı ve uygulaması değişti. Fetihten sonra hicret “cihad ve niyet”e dönüştü. Yalnız bu, Mekke’nin İslâm Yurdu (Darü’l-İslâm) olmasına matuftu. Zira İslâm Yurdu halini alan bir beldeden başka bir yere hicrete gerek yoktur.
Dini yaşamak, yaşatmak, can ve malını, ırz ve namusunu, haysiyet ve şerefini korumak amacıyla bir yerden bir yere göç ise hicret kapsamında kalsa gerektir. Hatta “Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: ‘Ne işte idiniz!’ dediler. Bunlar: ‘Biz yeryüzünde çaresizdik..’ diye cevap verdiler. Melekler de ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ dediler. İşte onların barınağı cehennemdir, orası ne kötü bir gidiş yeridir!” (Nisa, 97) ilahî fermanı bu uğurda hicrete işaret etmektedir denilebilir.
Yeryüzü mescidi
Yeryüzünün tamamının müslümanlara mescit kılındığını haber veren Peygamberimiz s.a.v. belki de bu hadisiyle müslümanlara dünya ölçeğinde bir hedef gösteriyordu. Yani dünyanın bütünüyle müslümanlara musahhar kılındığına işaret buyuruyordu. Müslümanlar dünya haritasını serip baktıklarında hâlâ mescit veya cami inşa edilmemiş yerler olduğunu görüyorlarsa, oturup bu hadisi yeniden düşünmek zorunda değiller midir?
Elbette müslümanların meskûn olduğu bölgelerde de sorunlar var. Oraların İslâmlaşmasında, bir barış ve esenlik yurdu olmasında da bir takım eksiklik ve aksaklıklar bulunmaktadır. Ama İslâm’ın yayılmasında ve genişlemesinde bir durgunluğa tahammül edilemez. Bugünkü sınırlarla yetinilemez, yetinilmemelidir de…
Peygamber s.a.v. Efendimiz’in Yesrib’den başlayarak gerçekleştirdiği büyük dönüşümü tamamlamak, dünyanın tamamını kapsayacak şekilde genişletmek ümmetine düşen bir sorumluluk olarak geçerliliğini hâlâ sürdürmektedir.
Tarih içinde geçmiş nesillerin çoğu o zamanki imkanlarla bu sorumluluğu bihakkın yerine getirdiler. Sahabi efendilerimizden itibaren hemen hemen bütün müslüman idareler Allah’ın mesajını yeryüzüne yaymak için büyük çabalar gösterdiler, birçok hükümdar bu uğurda şehitlik mertebesine erişti. Fakat 19’uncu asırdan itibaren müslüman dünyanın içinde biri bitip diğeri başlayan büyük sorunlar, ayrılık ve ayrıştırmalar müslümanların gözünü uzak ufuklardan çevirmiş oldu.
Bizi bekleyenler
Dünyanın geri kalan bölgelerinin İslâm’la tanışmakta gecikmesine seyirci kalmak, ebediyyet adına insanların yitirilmesi anlamına gelmez mi? Üstelik bu bîgâne tavır, sadece kaynaklarımızda “ümmet-i davet” olarak tarif edilen insanların Hak ve hakikatle buluşamaması değil, aynı zamanda “ümmet-i icabet” olarak bizim kendi kimliğimiz adına da bir kayıptır.
Bu hizmetin gerekliliği hususunda bazı veriler aydınlatıcı olabilir. Mesela aşağı yukarı yüz yıldır müslümanların sayısı her ne hikmetse neredeyse artmıyor, yerinde sayıyor. Yedi milyarlık dünyada müslümanların sayısı hâlâ 1,5 milyar civarında gösteriliyor.“Küresel Müslüman Nüfusun Geleceği: 2030 Öngörüsü” raporuna göre 2030 yılında dünyadaki müslüman nüfus yüzde 35 dolayında bir artışla 2.2 milyara çıkacak. Dünya nüfusunun 2030’da toplamda 8.3 milyar olacağı tahmini hesaba katıldığında, müslümanlar 2030 yılında dünya nüfusunun sadece yüzde 26.4’ünü oluşturacak.
Bu durumda Asya’da her üç kişiden birisi müslüman olurken, Avrupa’nın yüzde 8’i, Amerika’nın binde 5’i müslümanlardan oluşacak. Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi ise dünya müslümanlarının yüzde 20’sine ev sahipliği yapacak. Sahra Altı Afrika ülkelerinde ise bu oran yaklaşık yüzde 16’larda seyredecek.
Rakamlarla arası iyi olan müslümanları bu sayı ve oranların tatmin etmeyeceği açıktır.
Fakat bundan daha can sıkıcı olan, bu rakamların müslüman olmayan bir kurum tarafından verilmesidir. Gerçekçi midir değil midir, bilinmez. Belki biraz düşük gösterilmiş olabilir. Öyle abartacak, yüksek gösterecek halleri yok ya…
Yalnız her halükârda söz konusu rakamlar biraz daha yüksek kabul edilse bile yine de iç açıcı değildir. Hele ümmetinin çokluğu ile iftihar edeceğini haber veren bir Peygamber’e hiç layık değildir. Tabii bu verileri ümmetin çokluğundan maksat nicelik miydi nitelik miydi tartışmasına girmeden değerlendirmek gerekiyor.
Manzara özetle şudur: Doğuşundan 1434 yıl sonra gelinen noktada henüz dünyanın yüzde 75’i hâlâ İslâmiyet’le buluşmamış olacak ve müslümanlar bu durumdan rahatsızlık duymayacaklar. Mevcut durumu sineye çekecekler.
O halde hicret değilse bile, müslümanların Allah Rasulü s.a.v.’in Medine’de yaptığı gibi önce iç barışı ve huzuru sağlamaları, sonra da manevi fütuhata girişmeleri icap etmektedir.
Belki de müslümanlar gerçek bahara ulaşmasınlar diye “yalancı bahar”larla avutulmaktadırlar. Allah diyerek birbirlerine saldırmalarının sebebi, muhtemelen yalancı baharların cazibesinden ibaret bir şeydir.
Allah’ın “Yeryüzüne salih kullarım vâris (hakim) olacaktır.” (Enbiya, 105) sözü vardır. Allah’ın vaadi hak olduğuna göre, bu sözün gereğini yerine getirme şuuru bize düşmektedir.
Yeryüzüne inkârcıların hakim olması müminlerin vebalidir. Zihnini ve gönlünü başkaları tarafından çizilmiş sınırlara hapsedip oturmak yerine Allah’ın mesajının bütün yeryüzüne yayılması ülküsünü gaye edinmek gerekir. Sadece müslümanlar için değil, kendi ürettiği ideolojilerin altında türlü bunalımlar yaşayan bütün bir insanlık için bu şarttır.
Görmüyor olsak da
İnsanlık ölçeğinde bütün dünyalıları dönüştürme, iyiliği, güzelliği hakim kılma göreviyle yükümlü müslümanların belki bir de farklı boyuttaki şuur sahibi varlıklara karşı sorumluluğu vardır. Zira Peygamberimiz s.a.v. aynı zamanda Rasulü’s-Sekaleyn yani insanların ve cinlerin peygamberidir.
Eğer bir gün gökler fetholunacaksa müslümanlar için bir başka sorumluluk alanı da orasıdır. Yani bizim ufkumuz sadece gözümüzün ihata ettiği alanla sınırlı değil, bütün bir varlık alemidir.
Fakat tebliğ konusunda Allah Rasulü s.a.v.’in yaptığı gibi önce kendisinden, sonra ailesinden, yakın akrabası ve çevresinden işe başlanmalıdır. İslâm’ı başkalarına ulaştırmanın yolunun sözlü tebliğden geçtiği kadar, asıl “temsil”den yani yaşayarak örneklemekten geçtiği de unutulmamalıdır.
Bu bakımdan müslümanların yaşantılarını İslâmî çerçeveye oturtmaları, ahlâk-ı hamideyi kuşanmaları hayatî önem taşır. Sahabenin onlardan sonraki iki güzide neslin muhteşem başarısındaki sır burada gizli olsa gerektir.
Kaynak:Semerkanddergisi