“Ey Şiblî! Eğer yolun Nişâbur’a uğrarsa, yanıma gel! Misâfirperverlik nasıl oluyormuş, sana öğretirim.” dedi.
Şiblî de; “Ben ne yaptım ki?” deyince;
“Başka ne yapacaksın, külfete girerek çeşitli yemekler hazırladın, civanmertlikte bu yoktur. Misâfir gelince öyle davranmalı ki, hizmet ederken üzerine bir ağırlık çökmemeli, gittiği için de ferahlamamalısın! Külfete girdiğinde, gelişi ağır gelir, gittiğinde de rahatlarsın. Böyle ev sâhipliği olmaz.” buyurdu.
Bir müddet sonra, İmâm-ı Şiblî kırk arkadaşıyla berâber Nişâbur’a geldi. Ebû Hafs-ı Haddâd’a uğradı. Ebû Hafs-ı Haddâd o gece kırk bir mum yakmıştı. Şiblî bunları görünce;
“Bu ne hâl böyle?” dedi.
Ebû Hafs-ı Haddâd;
“Ne oldu?” buyurdu.
Şiblî;
“Külfete girmeyin, demiştiniz. Bu mumlar ne böyle?” dedi.
Ebû Hafs-ı Haddâd;
“Öyleyse onları söndür.” buyurdu.
Şiblî, kalkıp hepsini söndürmeye çalıştı, fakat, birini söndürebildi.
Bunun üzerine Ebû Hafs-ı Haddâd;
“Sizi Allahü teâlâ gönderdi. Ben de Allah rızâsı için kırk mum yaktım. Birini de kendim için yaktım. Benim için olanı söndürdün. Allah rızâsı için olanı söndüremedin. Sen ise Bağdât’ta her yaptığın şeyi benim için yapmıştın. Seninki külfet oldu, benimki ise külfet olmadı.” buyurdu.