– Efendim, sizi üzen, unutamadığınız bir hâdise var mıdır? diye sordular.
Cevâbında buyurdu ki:
Bir gün ikindi namazında mescidimize, hâlinden garîb olduğu anlaşılan bir kimse geldi. Abdest alıp namaz kıldı ve namazdan sonra başını önüne eğip tefekküre başladı. O gün akşam yemeğinde, halîfe bizleri dâvet etmişti. Gideceğimiz zaman o kimsenin yanına yaklaşıp;
– Biz dâvete gidiyoruz siz de bulunmak ister misiniz?” dedim.
Başını kaldırdı.
– Dâvete gitmeyeyim. Bir bulamaç aşı getirebilirseniz yerim. Yoksa siz bilirsiniz, dedi.
Ben de, her halde bizim arkadaşlarla berâber olmak istemiyor diye düşünüp, kendisine fazla iltifât etmedim. O gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Yanlarında yaşlıca iki zât ve arkalarında kendilerini tâkib eden birçok kimseyle geliyorlardı. Yanımdakilere, Peygamber efendimizin yanındaki iki zâtın kim olduklarını sordum. Birisi İbrâhim Halîlullah, diğeri Mûsâ Kelîmullah ve arkalarındakiler de binlerce nebîdir, dediler. İleri atılıp kendileri ile konuşmak istedim. Fakat, Peygamber efendimiz bana iltifât etmediler.
– Yâ Resûlallah! Ne kabahatim var ki, mübârek yüzünüzü benden çeviriyorsunuz? dedim.
– Dostlarımızdan biri senden bulamaç aşı istedi. Sen ise vermekten çekindin.” buyurdular.
Ağlayarak uyandım. Hemen mescide koştum. O zât hâlâ başı önüne eğik olarak tefekkür ediyordu.
Kendisine;
– Ey efendim! Arzunuzu yerine getirebilmem için bir mikdâr bekleyiniz, dedim.
Tebessüm edip;
– Bir kimse bir ihtiyâcını size söylüyor. Siz de, yüz yirmi bin nebî şefâat etmedikçe onu yerine getirmiyorsunuz değil mi? dedi ve çıkıp gitti.
Bundan sonra ne kadar aradım ve sordum ise kendisini bulamadım. İşte kırk yıldır bu hâdisenin üzüntüsü bende devâm ediyor, buyurdu.