Beşinci Abbâsî Halîfesi Hârun Reşid, bir hâdiseden dolayı ülkesinde yaşayan gayr-i müslimlere çok kızar. Bu öfke ile, etraflıca düşünmeden; “müslüman olmadıkları takdirde, gayr-i müslimlerin Abbâsî mülkünü terk etmelerini emreden” bir ferman yazdırır.
Halîfenin bu emri üzerine çaresiz kalan gayr-i müslimler, büyük bir endişe ve hüzün içerisinde Behlül Dânâ Hazretleri’nin kapısına gelir ve hâdiseyi anlatarak kendisinden yardım isterler. Behlül Dânâ da gereğini yapacağını söyleyerek onları teskin eder ve nezâketle uğurlar.
Daha sonra da vakit kaybetmeden halîfenin huzûruna çıkar. Behlül Dânâ Hazretleri’ni karşısında gören Hârun Reşid pek sevinir. Zira o da gönlünde ağırlığını hissettiği hâlde, sebebini bir türlü anlayamadığı sıkıntısını giderip huzura kavuşmak istemektedir. Hemen bir sohbet meclisi kurulur. Sualler, cevaplar birbirini takip eder. Sohbetin iyice derinleştiği bir anda Behlül Dânâ, Halîfe Hârun Reşid’e şöyle sorar:
“–Halîfe Hazretleri söyler misiniz, namazda Fâtiha Sûresi’ni okurken «Rabbü’l-âlemîn» lâfzı «Rabbü’l-mü’minîn» şeklinde tilâvet olunsa ve bile bile bu hata üç kez tekrar edilse ne yapmak lâzım gelir?”
Hârun Reşid:
“–«Rabbü’l-âlemîn / Âlemlerin Rabbi» lâfzı «Rabbü’l-mü’minîn / Mü’minlerin Rabbi» diye okunursa mânâ değişir. Bunu da bilerek üç kez tekrar etmek tabiî ki namazı bozar. Bu sebeple de namazın yeniden îfâsı gerekir!” diyerek cevap verir.
Fakat daha bu cümleyi kurarken, Behlül Dânâ’nın bu mevzuları zaten bildiğini ve bunu bir hikmet gereği sorduğunu anlar. Sözlerini bitirir bitirmez bu defa Hârun Reşid, Behlül Dânâ’ya tebessümle sorar:
“–Şimdi sen söyle bakalım Behlül! Sen bu sormuş olduğun hususun câhili değilsin. Bilâkis bu hususta sen bizden de ârifsin. Bu suâli sormak nereden îcâb etti?”
Behlül Dânâ Hazretleri, söyleyeceği hakîkatin halîfenin gönlünde mâkes bulacağı vaktin geldiğini düşünerek şöyle der:
“–Peki Efendim, «Rabbü’l-âlemîn» yerine «Rabbü’l-mü’minîn» okununca, namazın bozulduğunu biliyorsunuz da, müslüman değildir diye gayr-i müslimleri yurtlarından sürüp atmanın dîninize zarar vereceğini bilmiyor musunuz?!”
Bu sözler üzerine yaptığı hatayı anlayan Halîfe Hârun Reşid yazdırdığı fermanı derhal iptal ettirir.
***
Öncelikle şiddetli bir kızgınlık hâli olan öfke, akıl nîmetinin devre dışı kaldığı geçici bir cinnet durumudur. Dolayısıyla kızgınlık ânında alınan kararlar, ekseriyetle yanlış kararlardır. PeygamberEfendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nefsin derinliklerinden köpürerek gelen öfke selini durdurabilmenin yolunu, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle haber vermektedir:
“Ben bir söz biliyorum, eğer bu (öfkeli) kişi onu söylerse, üzerindeki kızgınlık hâli geçer. Eğer o:
أَعُوذُ بِا للّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ
«İlâhî rahmetten kovulmuş şeytandan Allâh’a sığınırım.» derse, üzerindeki bu hâl kaybolur.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 11, Edeb 44, 76)
Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, takvâ sahibi kullarının vasıflarını zikrederken de:
“…Onlar ki, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da muhsinleri (iyilik ve ihsan sahibi kullarını) sever.” (Âl-i İmrân, 134) buyurmaktadır. Bu sebeple;
“Kişinin Hak ile olan muâmelesinde takınacağı en güzel tavır, teslîmiyet ve rızâ; halk ile muâmelesinde ise af ve cömertlik’tir.” (Bursevî, I, 283, el-Bakara 177 tefsirinde)
Kıssamızdan alacağımız diğer bir hisse de, hangi makam ve mevkîde olursa olsun, bütün insanların irşâda muhtaç oldukları gerçeğidir. Cenâb-ı Hak, engin merhameti gereği, her dönemde insanları, gönderdiği peygamberler ve Hak dostları ile irşâd etmiştir. Zira peygamberler ve onların zamana yayılmış temsilcileri olan Hak dostu âlim ve ârif zâtların gönülleri, bütün insanlığı şefkat ve nezâketle içine alan âdeta bir rahmet dergâhı gibidir. Kıssada zikredilen gayr-i müslimleri, dertlerine derman olması ümidiyle Behlül Dânâ Hazretleri’ne yönlendiren de bu hakîkattir.
Ayrıca Hak dostları, bütün insanlığı kendilerine zimmetli addettikleri için, herkesin âhiretini kurtarabilme gayretiyle çırpınırlar. Zira onlar bilirler ki, asıl hayat, sonsuzluk yurdu olan âhirettir. Behlül Dânâ’nın, alınan yanlış kararı duyar duymaz derhâl Halîfe’nin huzuruna çıkarak ince bir üslûpla îkazda bulunması da bunun bir neticesidir. Yani Hâlîfeʼyle ilgili endişesi, onun da âhiretine zarar gelmemesidir.
Şu bir hakîkattir ki bütün insanlar, güzel muâmele görmeye, nezâket ve zarâfetle karşılanmaya hasret duyar, şefkat, merhamet ve muhabbete meftun olurlar. Bundan dolayı Hak dostları, kapılarına gelen her gönle; “…İnsanlara güzel söz söyleyin…” (el-Bakara, 83) emri çerçevesinde muâmele ederler. İlâhî ölçülere aslâ riâyetsizlik etmezler. Hiçbir zaman nefsânî bir öfke ve sabırsızlık göstermezler.
Cenâb-ı Hak Hazret-i Mûsâ’yı Firavun’a gönderirken ona şu emri vermiştir:
“Firavun’a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar.” (Tâhâ, 43-44)
Muhakkak ki Cenâb-ı Hak, Firavun’un îmâna gelmeyeceğini biliyordu. Fakat bu âyet-i kerîme bizler için, tebliğ vazifesinin ehemmiyetini ve bu esnâda sergilenmesi gereken usûl ve üslûbu göstermektedir.
Yani kim olursa olsun, muhataplarımızla dâimâ nezâket ifâdeleriyle dolu bir lisan, güzel ve yumuşak bir üslûp ile konuşmamız zarûrîdir. Mevlânâ Hazretleri de bu üslûbun ne kadar ehemmiyetli olduğu hususunda şöyle buyurmuştur:
“Allâh’ın; «Ey Mûsâ! Firavun’a karşı yumuşak söz söyle, ona yumuşaklık göster!» sözünü iyi anla! Zira kaynayan yağa soğuk su dökersen, ocağı da harap edersin, tencereyi de…”
Bu sebeple gayr-i müslim de olsa, insanlara kaba davranmak, onları hor görmek ve haysiyetlerini zedeleyici konuşmak, aslâ bir müslümanın üslûbu olamaz. Zira böyle bir tavır, hem gönülleri İslâm’dan uzaklaştırır hem de kalplerde İslâm’a karşı kin ve nefret oluşmasına sebep olur.
“Âlemlere Rahmet” olarak gönderilen Peygamberler Sultânı Efendimiz’in ümmeti olarak bizlere düşen, yüreklerimizden bütün insanlık için rahmet tevzî etmek değil midir?
Nitekim Hârun Reşid, gayr-i müslim oldukları için insanları yurtlarından çıkarmayı düşünmek yerine, onlara ikramkâr davranmış olsaydı, belki de kaç gönül, İslâm’ın nezâket, zarâfet, incelik, merhamet ve şefkatini görerek İslâm ile şereflenecekti?
Kaldı ki âyette bildirildiği üzere; “Dinde zorlama yoktur…” (el-Bakara, 256) Dolayısıyla yukarıdaki hâdisede olduğu gibi, bir kimseden zorla İslâm’a girmesi istenemez. Bize emredilen, yeryüzünde Allâh’ın şâhitleri olmamız[1] ve “emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker”de[2] bulunmamızdır. Bunun en güzel yolu da bütün hâl ve davranışlarımızın Sünnet-i Seniyye istikâmetinde olmasına çalışmaktır. Nitekim ecdâdımız bu hakîkati kavradığından, fethettiği yerlere Anadolu’nun İslâm ahlâkını hazmetmiş, zarif ve güzel insanlarını yerleştirerek, o toprakların hızlı bir şekilde İslâm ile şereflenmesini temin etmiştir.
Velhâsıl mü’minler olarak, hâl ve davranışlarımızda dâimâ İslâm’ın şahsiyet ve karakterini sergilemeli, muhataplarımızla Kur’ânʼın telkin ettiği üslûb ile konuşmaya gayret etmeliyiz. Zira gönüllere girebilmenin en güzel yolu; tatlı dil, yumuşaklık ve tevâzûdan geçmektedir.
Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmuştur:
“(İnsanları Kur’ân ile) Allâh’a çağıran, amel-i sâlih yapan ve «Ben Müslümanlardanım» diyenden kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet, 33)
“Allâh’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmrân, 159)
Cenâb-ı Hak cümlemize İslâm’ın güleryüzünü sergileyerek hidâyetlere vesîle olabilmeyi lûtf u keremiyle ihsan buyursun…
Âmîn!..
[1] Bkz. el-Bakara, 143.[2] Bkz. Âl-i İmrân, 104.